13 Nisan 2019 Cumartesi

HALK SAĞLIĞI İÇİN… 017


YALNIZLIĞI(MI)N NEDENLERİ
Umur Gürsoy

İstanbul Tıp Fakültesi Çapa Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nın eski anabilim dalı başkanlarından, emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Şahende Övat Güray 26.03.2019 tarihinde İstanbul’da vefat etmiş. Kendisi ile çalışmadım ve tanışmadım. Kendisi hakkında yazıştığım ve ölüm haberini bizlere duyuran öğrencilerinde  Prof. Dr. Ayşe Emel Önal, Övat Hanım’ın özgeçmişi ile ilgili daha fazla bilgi derleyemedi ve kızı Jale Güray ile öğrencileri Prof. Dr. Selma Karabey ve Doç. Dr. Hülya Gül’ün ismini verdi. Kızı Jale Hanımla 7 Nisan 2019’da telefonda görüştük ve gereken özgeçmişi annesinin bilgisayarından bulup gönderdi. Olan Övat Hocamız, hakkın rahmetine kavuşmuş.
Kızı sevgili Jale Güray Sezgin’in bana yolladığı 12.04.2019 tarihli internet mektubundan ve Övat hocamızın Facebook hesabındaki herkese açık bilgilere göre Övat Güray’ın 22.04.1931 İstanbul doğumlu olduğu; 1951 Ankara Kız Lisesi ve 1972 Ankara Tıp Fakültesi mezunu olduğu anlaşılıyor. Çalışmalarının çoğunu internet öncesi zamanlarda yapmış hocalarımızın bilgilerine ve yayınlarına ulaşabilmek öğrencilerinin elinde, ama Övat Hoca’nın internet ve bilgisayarı yetkinlikle kullandığı anlaşılıyor.
Övat Güray, 1962’de Koruyucu Hekimlik ve Halk Sağlığı Uzmanı, 1966’da Hijyen uzmanı, 1967’de Hijyen - Koruyucu Hekimlik ve Halk Sağlığı Doçenti ve 1972’de Hijyen - Koruyucu Hekimlik ve Halk Sağlığı Profesörü olmuş. 1973’e kadar Ankara Tıp, 1997’ye kadar Çapa Tıp Fakültelerinde biliminsanı olarak çalışmış ve yaş Nisan 1997’de haddinden emekli olmuş.
İlgi alanı olan çevre ve işçi sağlığı konularında 100’den fazla bilimsel yayını ve iki de kitabı var. Özgeçmişinde belirtilen çalıştığı yurt dışı kurumlardan Almanca ve İngilizce bildiği anlaşılıyor.
Övat Hoca, aynı zaman, İstanbul Bayrampaşa Rotary Kulübü Derneği kurucu başkanı bir duayen Rotaryenlerden olup, ilk Türk kadın Rotary Kulüp Başkanı ve dünyadaki ilk 10 kadın Rotary kulüp başkanından biridir.
Aşağıdaki 1986 yılındaki Cumhuriyet Gazetesi haberine göre Bu ülkenin halk sağlığı tarihinde güzel bir etkisi olan Şahende Övat Güray hocamıza Allah'tan rahmet diliyorum.
Not: Bu vesile ile Övat hocanın etkisini ve Cumhuriyet haberin boyutunu fark edebiliyor musunuz? Bu gün herhangi bir halk sağlığı profesörü böyle bir açıklama yapmaya cesaret etse bile ulusal bir gazetede ne kadar satır haber olabilir? Belediye başkanı muhatap olup size bu uzunlukta yanıt verebilir ve bundan da önemli bir halk sağlığı konusunda kent halkının bilgilenmesi sağlanabilir?
Dalan’ın söyledikleri ne kadar tanıdık ve eskimemiş değil mi? Övat hocanın açıklamasına Dalan’ın verdiği yanıttan yaklaşık 2 ay önce 26 Nisan 1986’da Çernobil Nükleer Felaketi yaşanmıştı ve bu kez de Enerji bakanı Cahit Aral ve C. Başkanı Kenan Evren televizyona çıkıp çayda radyasyon olmadığını kanıtlamak için ekran önünde çay içmişlerdi, ama Övat Hoca ve onun gibi hocalarımız bugünkü kadar yalnız değillerdi. Söyledikleri haber değeri taşıyordu.

Cumhuriyet-28.6.1986 Günü 11. Sayfa - Cumhuriyet Arşivi

“Anakent Belediye Başkanı Dalan "Şehir suyuna lağım karışıyorsa, 110 yıldır karışıyor, taze haber değil. Bu haberler tamamen yalan, halkın psikolojisi ile oynanıyor" dedi. İSKİ Genel Müdürü Atom Damalı "Panik yaratan bilim adamlarının amacı, halkın sağlığı değil, başka bir şey olmalıdır" diyerek Prof. Dr. Övat Güray hakkında halkı tedirgin etmekten suç duyurusunda bulunacaklarını söyledi.
İstanbul Haber Servisi
İstanbul Anakent Belediye Başkanı Bedrettin Dalan, "İstanbul'da şehir suyuna lağım karıştı", "Musluklardan mikrop akıyor" şeklinde basında yer alan haberlerin kesinlikle asılsız olduğunu öne sürerek "Getirin, istediğiniz çeşmeden su içeyim. Tamamen yalan olan bu tür haberlerle halkın psikolojisi ile oynanıyor" dedi. İSKİ Genel Müdürü Dr. Atom Damalı, panik yaratan bilim adamlarının amacının halkın sağlığı değil, başka şeyler olduğunu iddia etti ve İstanbul halkını tedirgin ettiği için dünkü gazetede konuya ilişkin sözleri yer alan Prof. Dr. Övat Güray için savcılığa suç duyurusunda bulunacaklarını bildirdi. İstanbul'un şehir suyu şebekesinin 110 yıldan bu yana kullanıldığını belirten Dalan, "Şehir suyuna lağım karışıyorsa 110 yıldan bu yana karışıyor demektir. Bunu, taze habermiş gibi ortaya sürmek bence psikolojik açıdan yanlıştır" biçiminde konuştu. Dalan, Istanbul'da şehir suyuna lağım karıştığı yolundaki haberlerin kesinlikle asılsız olduğunu öne sürdü. İstanbul'un şehir suyu şebeke kanallarının son 2 yıldan bu yana hızlı bir şekilde yenilendiğini kaydeden Dalan, her gün 90 ayrı yerden alınan örneklerle suyun kontrol edildiğini de söyledi. Dalan, kırık ve eskimiş borulardan bazı sızmalar olabileceğini öne sürerek "kirlilik oranı limit üstü çıkan yerlerde tamirat yapılıp onarılıyor. Bu olaylar abartılıp halkın psikolojisi ile oynanıyor" dedi. İSKİ Genel Müdürü Atom Damalı, dün bir gazetede yer alan habere değinerek "Panik yaratan bilim adamlarının amacı halkın sağlığı değil başka şeyler olmalıdır. İstanbul halkını tedirgin ettiği için, Prof. Dr. Övat Güray hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunacağız" dedi. Damalı, İstanbul'un değişik semtlerinden her gün 90 örnek alınıp bu örneklerin bulanıklık, PH (sertlik oranı) klor ve koliform ölçümlerinin yapıldığını belirterek "100 numunenin 3 ya da 4'inde koliform çıkabiliyor. Bu 24 saat içinde anlaşıdığı zaman gerekli önlemleri alıyoruz " dedi. İstanbul'un 7 bin kilometrelik şehir suyu şebekesi bulun Ömerli'den tasfiye kapasitesinin 2 misli su veriliyor İSKİ çevrelerinden alınan bilgiye göre, (İstanbul'a günde 1 milyon litrenin üzerinde su veriliyor. Ömerli Barajından 600 bin, Torkos'un 400500 bin, Elmalı'dan 40 bin metreküp suyun yanında çeşitli artezyen kuyularından da su çekiliyor. Ancak bazı uzmanlar, Ömerlinin tasfıye kapasitesinin günde 300 bin metrekup olduğunu ve halen kapasitenın iki misli su verildiği için tasfiyede önemli açıklar ortaya çıktığını belirtiyorlar. ISKİ'ye yakın kaynaklar, "barajlardan çıkan suyu pınl pırıl" olarak nitelendiriyorlar, ama "istisna olarak kaçak su hatlarına foseptiklerden kansan sızıntılar olmuyor değil. Şebekeye girdikten sonra olacak kirlenme bizim dışımızda, o, İstanbul'un altyapı sorunu. tSKl'nin son yıllarda yatırımlarını düşünürsek, bu konuyu pek abartmamak gerek" diyebiliyorlar. İSKİ, her metreküp suya 3 gram klor atılarak günde yaklaşık 3 ton klor kullanıyor Ayrıca kentiçinden çesitli örnekler alınarak tahlil ediliyor. “
78. Çukurova'ya bahar hızlı gelir. Bahçemdeki, 20 yılda 30 metre boya ulaşmış karaçamın tepesine kadar çiçeğe sürünmüş mor salkım, karaçamla aynı boyda olmasalar da aynı yaşta ve üç metre yanındaki fıstık çamına ve onun da üç metre yanındaki Karatepe meşesine da atlamış. Bir başka köşedeki erguvan, mor çiçeklerini dökmeye başlamış bile. Yanında yediveren limon çiçeğe durdu. Kara limon, mandalina ve mayıs portakalları çiçek açmak için gün değil saatleri sayıyorlar. Güller tomurcuklanmış; Malta eriği ve kayısı meyveye durmuş bile. On gün sonra da sıra zeytinlerin çiçeklenmesine gelir. Sonra da yaz gülleri, kırmızı borazan sarmaşık ve Akdeniz’in gelin duvakları, duvar güzelleri begonvillere.
Kızılgerdanın bahçeyi şenlendirmesine az kaldı. Kırlangıçlar geldiler, ama bize uğramadılar, zira yuvalarını yaptıkları eski ahşap viraneler son üç yılda yıkıp yerine çok katlı beton apartmanlar dikildi ve kırlangıçları bağlayan bir şey yok artık, bu şehirde; ne küçük çamurlu göletler ne de havada uçuşan sinekler. Eski ahşap evlerin yıkılması kırlangıç ve kuşların yuvalarıyla birlikte onların besin kaynaklarını da yok etti. Sinek ve ahşap ev olmayınca yarasalar da çekildi kentten. Zaten yaklaşık on yılı aşkın süredir kentte sivrisinek de tek tük. Çünkü belediye ve sıtma savaş ekipleri günde en az iki kez mahalle aralarını sokak sokak havadan ilaçlıyorlar. Sivrisinekleri yok eden ilaç insan gibi büyük canlılara ve mahalle aralarında hâlâ varlığını sürdüren küçük keçi ve koyun sürelerine ve onların satılan sütlerine ve süt ürünlerine ve yenilen etlerine ne yapıyor acaba?
Geçtiğimiz yıl karaçamın dallarını işgal edip kumruları kovalayan kargalar da bu yıl etrafta görünmüyorlar. Bir karaçam onlara yetmiyor demek ki. Ahşap evlerle birlikte onların içinde en azından birer tane bulunan  dut, bir servi veya bir üzüm asması çardağı olan küçük bahçeleri de yok oldu. 
Etraftaki son portakal bahçesi kesilip apartmana verilince iki-üç yıldır bahçeme iki karatavuk çifti taşınmıştı. Tabii evimi yaptırdığım günden beri her yerde gördüğüm gürültücü; ötüşleri Adam Levin’den dinlediğim “the moves like Jagger” şarkısının ara nağmesi gibi (https://www.youtube.com/watch?v=iEPTlhBmwRg) olan Arap bülbüllerini, ağaçların yüksek dalları arasından bir türlü göremediğim için hangisi olduğunu bilemediğim bülbül ötüşlü kuşu (muhtemelen bülbülün ta kendisi) bir türlü göremedim. Bu kuş, sabahın erken saatlerinde de ötüyor, ilerleyen saatlerinde de, ama bülbül gibi dem çekiyor. Bülbül sabahın erkeninde mi öter sadece? Onlar benden önce ve daha Çukurovalı.
Her sabah yatak odamın penceresinde dem çeken, kuğuldanan kumruları saymıyorum bile.
79. Bir Melami gibi yaşadığım bu güzel coğrafyada, üstelik ayağıma kadar inmiş bu güzel doğada neden kendimi yalnız ve mutsuz hissediyorum? Mutsuzluğumu yalnızlığım mı yaratıyor yoksa yalnızlığım mı mutsuzluğumu? Hayır, biliyorum, mutsuzluğumu yalnızlığım yaratmıyor; onun daha kişisel, ulusal ve siyesi nedenleri olmalı; onlara şimdi girmeyeceğim, ama yalnızlığımın nedenlerinin de kişisel olduğunun düşünüyorum. Hatta, yalnızlığım beni daha mutlu ediyor; okumaya devam edin, mutsuzluğumun da yalnızlığımın nedenlerini ve hatta mutlu olmak için yalnızlığı seçmemin nedenlerini(n bazılarını) ve de halk sağlığı ile ilgisini (belki) bulacaksınız.
80. Tahmin ettiğiniz gibi, Paul Auster'in yeni bitirdiğim otobiyografik romanındaki gibi “Yalnızlığı(mı)n Keşfi”ne çıktım. Pek fazla edebiyat dergisi izleyemesem de kendimi bildiğim ve ilk yayınlanmaya başladığından beri (ilk adı Çerçeve idi) her hafta Perşembe günü Cumhuriyet gazetesine ve beraberinde Cumhuriyet Kitap (CK) ekini alırım. CK’ta tanıtımı yapılan çok az kitabı beğenmediğim oldu. Çoğu kez kitapları okumasam da okumuş gibi ‘ahkâm kesme’me neden olan Cumhuriyet Dergi’deki kitap tanıtım yazılarıdır.
Geçen aylarda CK’ta tanıtımı yapılan Auster’in sözünü ettiğim romanını, önceki hafta da Marc Augé’nin “Evsiz Bir Adamın Güncesi”ni ve Alberto Manguel’in “Dönüş” isimli kısa romanını okudum.
“Evsiz Bir Adamın Güncesi”nde, emekli maaşının yarısından fazlasını boşandığı iki karısına nafaka olarak veren, yüksek gelen kirasını ödeyemeyince evini boşalıp tası tarağı satarak eski otomobilinde yatmaya başlayan bir 60 yaşındaki bir Fransız’ı anlatılıyor.  Augé, gündelik yaşam mekanlarına ilişkin çok sayıda incelemesi bulunan ilişkilerin, tarihin ve kimliğin kaybedildiği alanlara (yok-yerler, yer-olmayan, yer-dışı, non-places) sözcüğünü kullanan 1935 doğumlu bir antropolog-etnolog düşünür. Önemi giderek bizde de anlaşılacaktır.
 “Dönüş”te ise tam da Augé’nin anlatmak istediği bir konuyu, yaşamını Roma’da sürdürürken yıllar önce terk etmek zorunda kaldığı ülkesine ve kendisi için artık yaşamayan bir yere ait olan terk ettiği kente dönünce tanıdık hiçbir eski arkadaşını ve eski mekânı bulamayan ve kentin geri kalmışlığını ele veren çirkinliklere ek geçmişin kayıplarıyla sakat bir kent manzarası bulan bir adam anlatılıyor.
Son olarak da 21 Mart 2019 tarihli CK’ın 1518. Sayısında beni etkileyen Oğuz Demiralp’in ‘yalnızlığım’a pek çok açıklama getiren “Yalnızlık” başlıklı bir yazısı vardı. Yazıda, henüz Türkiye’de yayınlanmadığı anlaşılan ve yalnızlığa farklı bir bakış getiren bir kitap; Philippe Delerm’in “Quelque Chose en Lui de Bartleby” (Onda Bartleby’den Bir Şeyler Var) isimli romanını tanıtıyor. Yazıda bir de istatistiksel bilgi verilmiş. Dünya Ekonomik Forumu’nun (Davos’daki ekonomi toplantılarını düzenleyen hükümet dışı örgüt: WEF) bir çalışmasında insanlığı 2019’da (belki de daha da sonraki gelecekte) bekleyen en önemli tehdidin 1- Yalnızlık, 2- İklim Değişikliği ve 3- Küresel ekonomik zayıflık, olduğu yazılmış.
Demiralp’in yazısından aynen alıyorum: “Yalnızlık en önemli tehdit. Gene aynı çalışmaya göre, yalnızlık günde 15 sigara içmek kadar toksik, küresel düzeyde bulaşıcı, yalnız yaşayan insan sayısı tarihin en yüksek düzeyinde. Paris’te insanların %50’ı, Stockholm’da ise %60’ı yalnız yaşıyor. İngiltere’de tek kişilik hanelerin sayısı 1960’lardan buyana iki misli artarak %31’e çıkmış. ABD’de yakın arkadaş sayısı 1985’de 3 iken 2004’de 2’ye düşmüş. Çin’de insanlar yalnızlıktan yakınıyormuş. WEF yalnızlığın faturasını da çıkarmış: 2010’da dünyaya 2,5 trilyon dolara patlamış yalnızlık. İşin içine mangır girince hareket geçer hükümetler. İngiltere’de bir Yalnızlık Bakanlığı kuruldu. Vatandaşların hem ruhunu hem de cebini düşünüyor, görüyor musunuz kamu yönetimindeki başarıyı?”
Ülkemizin de bu konuda o kadar yüksek olmasa da benzer bir eğilime girdiği anlaşılıyor: TÜİK verilerine göre Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) sonuçlarına göre; ülkemizde tek kişilik hanelerin oranı 2014 yılında %13,9 iken 2017 yılında %15,4’e yükseldiği ve 3,3 milyona çıktığı görülüyor. 4 yılda artış oranı % 10,8. Yine de tek kişilik hanelerin oranlarını en yüksek olduğu illere bakılırsa (Tunceli, Giresun, Eskişehir, Çankırı ve Artvin) Eskişehir hariç tutulursa (bu ilimizde de tek kişilik öğrenci aileler olabilir), diğer illerin Türkiye’nin iç göçmen işçi oranı en yüksek iller olduğu düşünülmelidir. Bu nedenle gelişmiş batının tek kişilik ailelerinin nedenleri ve yalnızlığı ile bizimkilerin yoksulluğun ya da benzer nedenlerin doğal sonucu olan yalnızlıklarıyla kıyaslanmamalı, bence.
81. Kuşku yok ki çoğul gebelikler ve toplu katliam ve afetler haricinde tek başına doğan ve ölen olan insanlar yalnız yaşamak istemez. Yukarıdaki istatistikler büyük olasılıkla, giderek olumsuzluğu daha da çok anlaşılacak neoliberal, vahşi kapitalist yeni dünya düzeni nedeniyle, yani kendi istemese de yalnız kalanların istatistikleri olsa gerek. Bunun, bildiğimiz, yaşamda kalmayı kolaylaştırıcı biyolojik ve ekolojik nedenleri var. Dünya ve ulusallık edebiyatının, sinemasının, şarkılarının en önemli konusu yalnızlıktır. Ancak, yazıma neden olan yalnızlık, yukarıdaki istatistiklerin içine girmemesi gereken, özellikle temel gereksinimleri bakımından hayatta kalmayı garantilemiş ya da kendi isteği ile böyle bir gereksinimi yaşamlarından dışlamışlar için yalnızlık, kimi zaman kuvvetle istenir bir şeydir. Bu tip yalnızlık, kişinin kendi öz istenci ile karar verdiği; niyetle, en azından yaşamın önemli bir zaman süresinde uygulanmak istenen bir şey oluyor. Böyleleri yalnızlıktan yakınmaz, aksine onu seçerler. Philippe Delerm’in roman kahramanı işte böyle bir yeni dünya dervişi sanki.
82. Evlilik tedavileri ile ünlenmiş psikiyatrist Prof. Dr. Mehmet Sungur, bir TV programında “Her şeyde anlam bulmak gerek. Yalnızlıkta da anlam buluyorsanız problem yok.” diyordu. Kayıp Zamanın İzinde’n giden ünlü Fransız romancı Proust, kafasını gereksiz meşgul etmesin, faydasız anılar biriktirmesin diye fazla insan içine çıkmaz; yalnızlığı yeğlermiş. 
83. Bizim yakın dönem münzevilerimizi (Birgen, topluluktan kaçan, yalnız başına kalmayı seven) çalışmadım. Bizim sufi dervişlerimiz sadece çile zamanlarında birgen idiler. Genellikle yazarlar, eserlerine yoğunlaştıklarında birgenleşirler. Bu geçici birgenlik de konumuz dışında.
Benim birgenliğimin, yalnızlığımın temel nedeni benim ilgi alanlarımda konuşacak kimseyi bulamamak. Beni dinlerken bir şeyler öğretecek, ya da benim yanlışlarımı eleştirecek kadar bana katkısı olacak arkadaş bulamıyor olmam. Ekonomik durumumun zayıflığı ve siyasi tercihlerim de pek çok meslektaşım ve arkadaşımla arama uzaklık koyuyor ve bir de bakmışım ki yalnız kalmışım. Mevlana, “Kusursuz dost arayan dostsuz kalır” demiş, ama gerçekten de bu ülkede ağır kusurlu dostların sayısı giderek çoğalıyor. En azından taşrada benim için durum böyle.
Hem ekolojist, hem sigara-içki içmeyen; benim okuduklarımın birazını okumuş olan, vahşi tüketim biçimlerinin esiri olmamış; TV ve sinema seyretmeyi sevmeyen, kitap okumayı seven; şiirden anlayan, halk müziğinden başka müziklerinde olduğunun farkında; dans edecek kadar kendine güveni olan…… 
Fazladan yanan her lambanın, gereksiz akan suyun ardında fosil yakıtlı bir termik santral olduğunu farkında vb…. vb… Kendine dürüst olan; Demokrasiyi sadece kendine değil herkes için isteyen, ötekileştirilmekten yakınırken kendi dışındakileri ötekileştirdiğinin farkında olmayanlardan olmayan; kendi halaylarından başka halay oyunları, zeybek oyunları; alevi semahlarından başka halk müzikleri olduğunun farkında olup, lokantada garsona yemek söylerken sizin de fikrinizi alan; müzik seçimlerini size göre de yapan vb.. vb.. Futboldan, basketboldan başka sporların da olduğunun farkında olan ve maalesef eşi ayda yılda eve misafir davet edince “Yine mi?” demeyen insanların sayısı çok az.
Ne yapayım.
13.04.2019, Osmaniye






8 Mart 2019 Cuma

HALK SAĞLIĞI İÇİN… 016

EMEKLİLİK
“66. Yaşım merhaba”          
7 aralıkta 2019’da 100 yaşına basan, 17 Mart 1978’de yitirdiğimiz ozan Ceyhun Atuf Kansu anısına.
Umur Gürsoy
73.              Bir ay sonra (Nisan)  “Üstüme yazmak yokluğunun kanadı”nın değmesinin üzerinden tam beş yıl geçmiş olacak. Bu son beş yılda hiç yazı yazmadım mı? Yazdım. Yazdıklarım “Halk sağlığı için” değil mi idi? Neredeyse tamamı “Halk Sağlığı İçin”di, ama bunların hepsi de ‘Hakemli’ idi. Hakemli olmak, benim için özgür yazılamayan yazı demek. Benim için yazıya müdahale etme yetki ve hakkı editöre, ya da bilimsel bir yayın kuruluna devredilmiş yazılar “Hakemli Yazı” sınıfına giriyor. İşte bu nedenle son beş yılda kendim ve “halk sağlığı için hakemSİZ” yazı yazmamıştım. Bu yazımla perhizi bozuyor ve tekrar kaldığım yerden ve biçemde devam ediyorum.
74.              Bazen, görece erken ölen birisinin ardından tanıyanları, hayretle, “Hiçbir şeyi yoktu!” derler. Bazı şeylerin ilki yoktur, daha önce başa gelmez. Ben de bu yaşıma kadar, yaş haddinden (sınırından) hiç emekli olmamıştım; yaş günüm 21 Ocakta oldum.
Kendime bir pay çıkarmasam da tahmin ederim ki mutemetlerim ve şimdi Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) Emeklilik İşler Genel Müdürlüğü içinde bir birim haline gelen Emekli Sandığına bağlı ilgili memurların da başına gelmemiştir. Zira daha önce kamuda çalışıp da, girişi itibariyle Devlet Memuru (bize, yani sözleşmesiz memurlara 4-C diyorlarmış) olan,  fakat Sağlık Bakanlığının küçük bir taşra il örgütünde çalışan (halk sağlığı uzmanları açısından diğer uzman hekimlik alanlarına göre farklı döner sermaye ek ödeme vb. çarpanlarının olduğu ve emeklilik kesintilerinin yapıldığı) ve yaş haddinden emekli olan ilk (veya örneği az görülmemiş) halk sağlığı uzmanı olsam gerek.
39 yıl 4 ay çalışma karşılığı emekli ikramiyem, 178 bin 405 TL olarak; emekli oluşumun tam 30. gününde verdiğim banka hesabına yattı. Doğrusu bu miktarı beklemiyordum. Sanırım yaklaşık son on yıldan beri emekli kesintisine uğratılan döner sermaye sabit ödemesi birikimi bu farkı yarattı. Zira, internet hesaplama motorlarında bu rakam 147 bin civarında çıkıyordu. Yattığı gün itibarıyla ikramiyemin döviz ve altın karşılığı: Merkez Bankası efektif satış değeri üzerinden yaklaşık 33.318 ABD doları, 29.288 EURO ve 819 gram altına karşılık geliyor. Bozdur bozdur harca derler ya: Zaten bozuk; bozdurmama gerek yok ve harcamıyorum, zira borçlarımı kapatmam ve gelecekte maddi sıkıntılarım olabileceğini unutmamam gerek.
İşin en ilginci, emekli oluşumun üzerinden 46 gün geçmesine rağmen emekli maaşım yatmadığı için, maaşımın kaç lira olacağı ve ne zaman yatacağı hakkında en ufak bilgim yok. Olsa bile bu yatan paraların doğru hesaplanıp hesaplanmadığını sağlayacak sivil bir düzenek ve karşılaştırmalı bir eleştirel ya da kurumsal bilgi üreten kurum (sendika veya Tabipler Birliği) yok.
Annem, 82 yaşında mezarda emekli olmuştu. Babam ise 27 yıl çalışıp 52 yaşında emekli olduktan sonra 45 yıl daha (son birkaç yılındaki görme ve işitme yitimlerini saymazsak) sağlıklı bir ömür sürdürmüş; 97 yaşında ölmüştü.
75.              Yazmaya ve yazın ile ilgilenmeye başladıktan sonra dünyadan ve ülkemizden hekim edebiyatçılar ve yazarlar ilgimi çekiyor.
Bizim kuşak, onu, daha çok Öğretmenler Günlerinde ve 14 Martlarda hatırlardı. Biz unutsak bile devlet radyo ve televizyonlarında illa bir kanal bu önemli günlerde onu hatırlar ve onun muhteşem “Kızamuk Ağıtı” ve “Dünyanın Bütün Çiçekleri” şiirleri okunurdu. O yıllarda biz ve TRT’nin program yapımcıları, memleket meseleleri ve yoksul köy çocukları ile daha ilgili idik. O yıllarda kızamık ve öğretmen köylerde çalışırdı, ama köy hekimleri ilk kez 1961 yılında yürürlüğe giren “Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesine Dair Kanun”la köylere uğramaya ya da az da olsa çalışmaya (köyde yaşayarak) başladı. Aile hekimliği uygulaması bütün yurdun köylerine aile hekimi atadı ama, onların çoğu gece ya da 7/24 diyorlar; haftanın bütün günleri günün 24 saatini köyde yaşamıyor; çalışma saati bitiminde son model arabaları ve nitelikli karayolları ile il veya ilçe merkezine dönüyorlar.
DÜNYANIN BÜTÜN ÇİÇEKLERİ
 
"Bana çiçek getirin, dünyanın bütün
çiçeklerini buraya getirin!"
Köy öğretmeni Şefik Sınığ'ın son sözleri.
 
Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum
Bütün çiçekleri getirin buraya,
Öğrencilerimi getirin, getirin buraya,
Kaya diplerinde açmış çiğdemlere benzer
Bütün köy çocuklarını getirin buraya,
Son bir ders vereceğim onlara,
Son şarkımı söyleyeceğim,
Getirin getirin...ve sonra öleceğim.
 
Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum,
Kır ve dağ çiçeklerini istiyorum,
Kaderleri bana benzeyen,
Yalnızlıkta açarlar, kimse bilmez onları,
Geniş ovalarda kaybolur kokuları...
Yurdumun sevgili ve adsız çiçekleri,
Hepinizi hepinizi istiyorum, gelin görün beni,
Toprağı nasıl örterseniz öylece örtün beni.
 
Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum,
Afyon ovasında açan haşhaş çiçeklerini
Bacımın suladığı fesleğenleri,
Köy çiçeklerinin hepsini, hepsini,
Avluların pembe entarili hatmisini,
Çoban yastığını, peygamber çiçeğini de unutmayın.
Aman Isparta güllerini de unutmayın
Hepsini, hepsini bir anda koklamak istiyorum.
Getirin, dünyanın bütün çiçeklerini istiyorum.
 
Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum.
Ben köy öğretmeniyim, bir bahçıvanım,
Ben bir bahçe suluyordum, gönlümden,
Kimse bilmez, kimse anlamaz dilimden,
Ne güller fışkırır çilelerimden,
Kandır, hayattır, emektir, benim güllerim,
Korkmadım, korkmuyorum ölümden,
Siz çiçek getirin yalnız, çiçek getirin.
 
Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum,
Baharda Polatlı kırlarında açan,
Güz geldi mi Kopdağına göçen,
Yörükler yaylasında Toroslarda eğleşen.
Muş ovasından, Ağrı eteğinden,
Gücenmesin bütün yurt bahçelerinden
Çiçek getirin, çiçek getirin, örtün beni,
Eğin türkülerinin içine gömün beni.
 
Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum,
En güzellerini saymadım çiçeklerin,
Çocukları, öğrencilerimi istiyorum.
Yalnız ve çileli hayatımın çiçeklerini,
Köy okullarında açan, gizli ve sessiz,
O bakımsız, ama kokusu eşsiz çiçek.
Kimse bilmeyecek, seni beni kimse bilmeyecek,
Seni beni yalnızlık örtecek, yalnızlık örtecek.
 
Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum,
Ben mezarsız yaşamayı diliyorum,
Ölmemek istiyorum, yaşamak istiyorum.
Yetiştirdiğim bahçe yarıda kalmasın,
Tarümar olmasın istiyorum, perişan olmasın,
Beni bilse bilse çiçekler bilir, dostlarım,
Niçin yaşadığımı ben onlara söyledim,
Çiçeklerde açar benim gizli arzularım.
 
Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum,
Okulun duvarı çöktü altında kaldım,
Ama ben dünya üstündeyim, toprakta,
Yaz kış bir şey söyleyen sonsuz toprakta,
Çile çektim, yalnız kaldım, ama yaşadım,
Yurdumun çiçeklenmesi için daima, yaşadım,
Bilir bunu bahçeler, kayalar, köyler bilir.
Şimdi sustum, örtün beni, yatırın buraya,
Dünyanın bütün çiçeklerini getirin buraya.
 
Ceyhun Atuf Kansu

Bizler, çocuk hastalıkları stajımızı yazın yaparsak çoklukla ishale bağlı dehidratasyon; kış aylarında yaparsak da kızamık hastalığının fiziksel döküntülerini ve Koplik lekelerini görerek, öğrenerek mezun olurduk. Çalışma hayatına atıldığım ve sağlık ocağı hekimliği de yaptığım 1979 ve 80’li yıllarda da her ikisini de bolca gördüm ve tedavi ettim.
Ceyhun Atuf Kansu, işte o hekimlerin sayıca az olduğu ve köylere gidemedikleri, köyde çalışan ve yaşayan hekimin olmadığı (Hoş; o yıllarda bütün doğu il ve ilçeleri köy koşullarını yaşardı; ya!) yıllarda okudu. 1944’de İstanbul Tıp Fakültesini, ardından çocuk hastalıkları uzmanlık eğitimini bitirdi ve kendi isteği ile taşraya, Turhal’a gitti, köyleri ve kızamıktan ölen bebek mezarlarını bize göre daha çok gördü. Ve kendi “yolunu gözleyen” bir “yürek infarktı” nedeniyle 17 Mart 1978’de 58 yaşında yaşamını kaybetti. Tanışmadım, ama kütüphanemde Bütün Şiirleri-I, Bağımsızlık Gülü ve Devrimcinin Takvimi kitapları var. Toprağı bol olsun.
Kansu, bana bir şey hatırlattı. TTB'nin artık iki yılda bir verdiği Nusret Fişek Ödülleri içerisinde "sanat" konulu bir ödül bölümü açılamaz mı? Hekim ya da değil; hekimlik sanatı mesleğini (tıp) ilgilendiren, konu edinen hekim ya da hekim dışı sanatçıların eserlerine ve kendilerine böylece bir özendirme ve teşekkür oluşur.
KIZAMUK AĞIDI
 
Ben, gamlı, donuk kış güneşi,
Çıplak dallarda, sessiz dinleniyordum.
Köyleri, yolları, dağı taşı
Isıtıyor, avutuyordum.
 
Bir köy gördüm tâ uzaktan,
Dağlar ardında kalmış, bilmezsiniz,
Kar örtmüş, göremezsiniz karanlıktan,
Yalnızlıkta üşür üşür de çaresiz,
 
Ben gördüm bu köyü, damlarının altında,
Çocukları kızamuk döküyor,
Gözleri, göğüsleri, yüzleri, ah bırakılmış tarla,
Gelincikler arasından öyle masum bakıyor.
 
Habersiz hepsi, kızamuktan ve ölümden,
Kirli yüzlerinde açan ölümden habersiz,
Ve, düşmüş bir gül oluyorlar birden,
Bebekler ölüyor, ölümden habersiz.
 
Ali'lerin kızı Emine'yi gördüm,
Öldü... Yusufların Kadir öldü, emmisinin Durdu öldü,
İkindiye doğru, evlerine vardım,
Gördüm, Döne öldü, Ali öldü, Dudu öldü.
 
Bir bir saydım, yirmi üç çocuk,
Ah, güllü Gülizar öldü,
Gördü kış güneşi, gamlı ve donuk,
Daldı oğlanlar, çiçekti kızlar, öldü.
 
Gamlı türkümle tepeden aşağı bıraktım,
Bıraktım kendimi düşesiye, ölesiye,
Bu acıdan sonra nasıl doğacaktım,
Nasıl dönecektim aynı köye?
 
İniyor ve karaltında örtüyordum,
Bu çocukları, bu habersiz çocukları,
Görmediniz, anlatamam, ürperiyorum.
Bir şey demek için açılmıştı dudakları.
 
Ah, ben bir gün tepelerden, tepelerden
Varıp önünüze, önünüze dikilip duracağım,
Aydınlardan, hekimlerden, öğretmenlerden,
Bir gün soracağım, bu çocukları soracağım.
 
O çaresiz, o yalnız, o karanlık günde,
Siz neredeydiniz diyeceğim, neredeydiniz?
Ben perişan, utanmış...bu köyün üstünde,
Kahrolurken, siz beyciğim neredeydiniz?
 
Ben, bir günde yirmi üç küçük ölünün,
Gömüldüğünü gördüm bu köyde kızamuktan,
Ya siz ne gördünüz, söyleyin, söyleyin,
Bir şey söyleyin, bir şey söyleyin uzaktan.
 
Ah, ben gamlı kış güneşi, aydınlığın
Bütün suçlarını kalbimde taşırım,
Görerek ah, görerek, bilerek bir yığın
Karanlık gündüzün üstünde yaşarım.
 
Her mevsim dolanıp geldiğinde bu köye
Gücük ayda, kar örtülü bu ovada,
Utancımdan, hıncımdan yaş dökerek böyle,
Gamlı ve perişan asılı duracağım havada.
 
İkindiye doğru bırakıp kendimi
Bu küçük mezarların üstüne.
Bilmeyeceksiniz, perişan, çaresiz halimi,
Gül diyeceğim, gül dereceğim gül üstüne.
Yol kıyısında yirmi üç çocuğun mezarı,
Ah diyeceğim, ah dökeceğim yol üstüne
 
Ceyhun Atuf Kansu
 
Şiirler, https://www.siir.gen.tr/siir/c/ceyhun_atuf_kansu/index.html adresinden kopyalanmıştır.
 
76.              Son romantik besteci olarak nitelenen Sergei Vasilievich Rachmaninoff (Rahmaninov) 28 Mart 1943 tarihinde ölmüştür. 1 Nisan 1873’de Rusya’da doğan Tatar asıllı Rahmaninov, 1897'de bestelediği ilk senfonisinin ilk çalınmasındaki (prömiyer) başarısızlığı yüzünden depresyona girerek beste yapamaz hale gelmişti. Rahmaninov’u bizim açımızdan ilginç kılan, çok beğenilen İkinci Piyano Konçertosunu, üç yıl sonra 1900’da, kendini hipnozla iyileştiren Dr. Nikolai Dahl’a ithaf etmesidir.
Bu ülkenin bestecileri, edebiyatçıları eserlerinde Kansu’ya böyle bir ithaf yapmışlar mıdır? Teşekkürün, ödülün böylesini hangi halk sağlıkçımız görmüştür; bilen var mı?
77.              Bugün Dünya Kadınlar Günü mü, Dünya Kadın Emekçiler Günü mü? Konuya tarihçesinden bakarsak; başlangıcında Amerikan Sosyalist Partisi ve Rusya’daki kadın işçi protestoları yatması bu günün, İşçi, başka bir deyişle emekçi kadınlar günü olmasını doğruluyor. (bkz. https://seyler.eksisozluk.com/8-mart-dunya-emekci-kadinlar-gunu-nasil-ortaya-cikti).
Yaşlı ve çocukları çıkarırsak, kadın olup da yaşamının bir veya annem gibi bütün döneminde az veya çok, emekçi olmayan çok az kadın olduğuna göre; daha kapsayıcı ve bir ekolojik dil kullanırsak, Ekşi Sözlükteki maddenin yazarı ludvigboltzmann’ın dediği gibi "emekçi veya değil", kadınlar gününüz kutlu olsun insankızları.
8.3.2019

15 Nisan 2017 Cumartesi

TÜRKİYE’NİN HALK SAĞLIĞI (BİLİMİ) SORUNU İNKÂRCILIKTIR

TÜRKİYE’NİN HALK SAĞLIĞI (BİLİMİ) SORUNU İNKÂRCILIKTIR
Bu yazı yayımlandığında “Halk Sağlığının Son 40 Yılı ve Geleceği” konulu 9. Ulusal Halk Sağlığı Kongresi, 3-6 Kasım 2004 tarihleri arasında Hacettepe Üniversitesi Kongre Merkezi Sıhhiye/Ankara adresinde, araştırma görevlileri ve genel uygulayıcı hekimlerin yaklaşık maaşlarının onda biri (80 milyon TL); uzman ve öğretim görevlisi düzeyindekilerin maaşlarının yaklaşık beşte biri (160 milyon) katılımcı ücretleriyle yapılmış olacak (1). Düşünüldüğünde katılımcılar için açılış kokteyli, öğle, akşam ve gala yemeğini, kahve molalarını, kongre çanta ve kitabını vb kapsayan kongre katılım ücret çok ucuzdur. Otel ücretleri  ve sabah kahvaltıları ile gidiş geliş yol ücretleri hariç!
Kanımca, sorun kişisel veya bilim dalına özgü değil; yapısaldır ama, sorunun ne olduğu üzerinde tartışmayışımızın kaynağı tamamen bizleriz. Bizler (halk sağlığı bilim ile ilgilenen herkes ama özellikle halk sağlığı anabilim dallarındaki ve uzmanlık derneğindeki çoğu karar verici ve çoğu üç büyük şehirde olan ve sayıları 100’ü geçmeyen halk sağlığı akademisyenleri), soylu ve onurlu bir yerde, akademik yükseklerde sağaltıcı ve koruyucu sağlık hizmetlerini ve sağlık politikalarını eleştirirken kendimizi eleştirmiyor; eleştirenleri göremiyor, duyamıyor ya da sistemin (akademinin) dışına atıyoruz. Bu körlük ve sağırlık bizleri kendi sorunlarımız demek olan ülke halk sağlığı sorunlarını inkâra götürüyor. Başını kuma daldıran deve kuşları gibiyiz.
Bu cümleleri kurduran neden, öğrenciliğimden beri ilgili olduğum halk sağlığı bilimi ve uzmanlığındaki çoğu taşrada geçen yaklaşık 30 yıllık öğrenme ve uygulama deneyimlerimdir. Akademisyenliğin alt basamaklarında (öğretim görevlisi) yaptığım son beş yıllık gözlemlerim de bu deneyimin tuzu biberi olmuştur.
Nedenin nedenini bularak sorunlarımızın temel nedenlerini bulabilecek donanımdayız, ama nedense bunu gerçekleştirecek ortak akıl ve bilinç oluşamıyor. Çünkü kendimiz ve yaptığımız bilimi sorgulayacak geleneklerimiz ve cesaretimiz yok. Halk sağlığı bilim topluluğumuzun Türkiye bilimci sürüsü içinde bir grup kara koyundan farkı yok. Oysa, topluluğumuz eleştiriyi ve öz eleştiriyi en iyi yapacak durumda, çıkarlar üstü konumdadır. Çıkarlarımızı daha mesleğin başında başımızdan kovmuş; zengin olmanın perdelemelerini ve çıkarcılığını geri çevirmişiz.
20 yıl sonra meslek yaşamımın sonlarına doğru döndüğüm halk sağlığı bilim topluluğunun geldiği düşünme yoksunluğu beni çok düşündürüyor. ABD’deki uzmanın ne düşündüğü benim için çok daha açık ama, bırakın 81 ildekileri ve 53’ü devlet toplam 76 üniversitemizdeki 47 (1999) tıp fakültesinde konuşlanmış 34 halk sağlığı anabilim dalındakileri; kapı komşunuz akademisyenin ülke ve halk sağlığı biliminin sorunları konusunda ne düşündüğünü ve ne yazdığını bilemiyorsunuz. Düşüncesini belli edecek hiçbir yazılı sözlü tartışmasına şahit olmamışsınız. Yaptığı Türkçe ve yabancı yayınların hangisi olduğunu bilmiyorsunuz ve bilseniz de çoğu ne sizin ve ne de karar vericiler ve halkımız için ulaşılabilir. Aramızdakilerin çoğunun basit bir mekanik öğütücüden farkı yok: Üstten kaba bilim koyuyorsunuz alttan inceltilmiş olarak size bilimsel araştırma çıkarıyor. Bir ileri aşamada buldukları ve okuduklarıyla kimi zaman bir miktar çözümleme yapıyor, ama sentez, birleştirme yapıp kullanılır bilgi haline getirmiyor, halklaştırılmış yazı yazmıyor. Kendince görevini yaptığına inanıyor. Ayrıca sistemin emrettiği gibi kendisinden istenilen akademik yükseltilmesinde gerekli puanı da toplamış oluyor. Kısaca ekonomik olarak iyileşmek demek olan akademik olarak yükselmek ve araştırma yapmak için araştırma yapıyor.
Üniversitemizin, çoğu profesörlerden oluşmuş kurullarınca kabul edilen yeni atama ve yükseltme ölçütlerine göre doçent olacaklar için yılda 0,6 puan, profesörlüğe yükselecekler içinse yılda 0,8 puanlık (yardımcı doçentlerde en az bir adet olmak üzere) yurtdışı yayın koşulu ve akademik zamanının  büyük ölçüde araştırma çalışmalarına ayırmayı gerektirecek, doçent ve profesör olmak için gerekli toplam akademik puanın yarısına yakın puanı (% 42-45)  son 3-5 yıl içinde yapması koşulu (akla yatkın 2-3 yıllık bir geçiş süresi olmadan) getirildi. Bütün tıp fakültelerinin bu rüzgardan etkilendiği bu durum: Kendilerine uygulanma şansı olmayan kriterleri kendinden sonra gelen ve karar aygıtlarında ağırlıklı olarak temsil edilemeyen grup ve kuşaklara uygulamak ne kadar dürüstlüktür? Aynı zamanda jürilerimizi oluşturacak bu durumun onaylayıcılarına ne kadar saygı duymalıyız?  Eğitim araştırma ve sağlık bölgeleri ellerinden alınan bizler, sadece araştırma değil eğitim alt yapısı olmayınca sağlık ocaklarına yolladıkları internlerin denetimlerine kendi özel arabaları ve benzin paraları ile gideriz. Ayranı yok içmeye özel arabasıyla gider eğitim yapmaya misali (2).
1998 verilerine göre tıp fakültelerine alınan öğrenci sayısı 4569 olduğuna göre ortalama bir halk sağlığı akademisyenine altı yıllık tıp eğitimi süresince ortalama 274 tıp öğrencisi düşmektedir (3). Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da bu sayı daha da artsa gerektir.  Yurtdışı yayın, kapsamlı bir araştırma demektir ve ne kadar araştırma fonlarıyla desteklense de öncelikle araştırmacının rutin görevlerini hafifletecek bir kadrolaşmayı ve ekibi gerektirir. Ayrıca günümüz özellikle taşra üniversitelerinde bu koşulu, çocuksuz, genç, araştırma görevlilerini araştırmasında çalıştırabilen; iyi derecede İngilizce bilenlerle karı koca akademisyen veya arkadaş akademisyen dayanışması yapan ve özellikle toplumsal katkı çalışmalarından profesör oluncaya kadar neredeyse kopmayı görev ve sorumluluk anlayışına sindirebilen yardımcı doçent ve doçentler yerine getirebilir. Bu koşullar bütün bilim dalları için eşit uygulanıyor olmaları nedeniyle demokratik ve eşitlikçi, adaletli görülse de yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı bilim dalları içerisinde en az halk sağlığında sağlanabilir. “Kendisi muhtaç Himmet Dede başkasına himmet ede” özdeyişi sanki halk sağlıkçıları için söylenmiştir. Bunda 12 Mart ve 12 Eylül kıyımlarının ve kimi halk sağlıkçısı hocalarımızın kraldan çok kralcı olmalarının rolü hiç yabana atılmamalıdır. Bu hep böyle olmuş ve olagelmektedir. Artan üniversitelere rağmen halk sağlığı kadroları biraz da bu nedenlerle bir türlü büyüyememiştir. Kongrede bildiri halinde sunulması beklenen bir çalışmanın özetinden çıkarsadığımıza göre Mayıs 2004 itibarıyla Türkiye’deki halk sağlığı uzmanlarının (TUS girişli) 440; doktoralıların (tüm mesleklerden) 132; yüksek lisanslıların 162 kişi, toplam halk sağlığı meslek insanının 1015 civarında olduğu ortaya çıkarmıştır (4). bunun ise yaklaşık 100 adedinin tıp fakültesi halk sağlığı anabilim dallarında hoca düzeyinde akademisyen (prof., doç., Yrd. Doç., ve öğretim görevlisi) olduğunu; akademisyenlerin büyük çoğunluğunun yarısı emeklilik yaşına yaklaşmış profesörlerden oluştuğunu ve büyük çoğunluğunun ülkemizin batısındaki ve Ankara’daki üniversitelerde olduğunu tahmin ediyoruz (5). Görünürde bir klinik hekimlik anabilim dalındaki akademisyenlerle eşit haklarımız vardır, ama sonuçta atı alan dışımızdaki klinik dallardır. Buna negatif ayırımcılık denmektedir ve durum Anatole France’a atfedilen sosyal demokrasi tanımındaki gibidir: “Sosyal demokrasi bir zengin ile köprü altı çocuğunun banka kurma eşitliğidir”. Yaklaşık 90 000 (2001) hekimin % 46,3’ü uzmandır. Yukarıdaki halk sağlığı uzman sayısından giderek uzman sayımızın % 1’ü halk sağlığı uzmanıdır (6). Bu yüzdenin en az % 4 mertebesinde olması beklenir. Tüm doktoralıları ve yüksek lisanslıları da işin içine katarsak A.B.D.’de yaklaşık 5000 kişiye bir halk sağlığı uzmanı düşerken ülkemizde bu sayı son araştırmaya göre 66 842 kişiye bir halk sağlıkçıdır (7, 8). Ülkemizde TUS kökenli halk sağlığı uzmanı başına düşen nüfus ise 154 192 kişidir.
İyi ama bunun böyle olmasının ne zararı var; her yardımcı doçentin doçentliğe, her doçentin de profesörlüğe yükselmesi gerekmez; akademik kadrolaşma bir piramit gibi olmalıdır; diyebilirsiniz. Bu yönüyle, yani yardımcı doçent ve doçentler içinde akademik yükseltilmenin ileri basmaklarına yükselmeyi hedeflemeyen akademisyenlerin var olması koşuluyla haklı da sayılırsınız. O zaman aramızda böyle seçimleri olan bazı yardımcı doçent ve doçentlerle  kimi profesörlerin (hatta kimi öğretim görevlilerinin) toplumsal katkılarıyla halk sağlığında bu yazı benzeri tartışmaları yapabilir, bilim dalı ‘Bir Ters Bir Düz Bültenleri’ çıkarabilir; yabancı dergileri değil de kendi bilim dergilerimizi yaşatabilir; halk sağlığı anabilim dalımızda ve bilim topluluğumuzda, “2 Editörü ve en az beş değişik üniversitenin öğretim üyelerinden oluşmuş danışmanlar grubu olan, bilimsel/sanatsal özgün araştırma makaleleri yayımlayan, yılda en az iki kez yayımlanan ve son beş yılda düzenli olarak basılıp dağıtımı yapılmış, üniversite kütüphanelerinde erişilebilir olan “Hakemli” dergi[1]leri   oluşturabilir, yaşatabiliriz. Halk ve hekim eğitimi amaçlı konferanslar vermek için yurdu bir baştan bir başa dolaşabilir; araştırma görevlilerimizi, öğretim görevlilerimizi ve doçentlerimizi eğitebilir; sağlık politikalarını yapanları ve baskı gruplarını ulusal ve uluslararası sağlık sorunları hakkında bilgilendirebilir; baskı grubu oluşturabilir, meslek örgütümüzün halk sağlığı ile ilgili kollarını ve uzmanlık derneğimizi bir sivil toplum örgütü olarak işlevli kılabiliriz. Öğretim görevlilerimiz yardımcı doçentlerimize, yardımcı doçentlerimiz doçentlerimize, yardımcı profesörlerimiz olan doçentlerimiz de profesörlerimize yardım edebiliriz. En önemlisi ülkemizin en önemli halk sağlığı sorununun inkârcılık olduğunu yüksek sesle haykırabilir, yazabilir ve tartışabiliriz.
Durum hiçte böyle gözükmüyor. Kongrenin kitapçığına ulaşmak için ayrıca bir seçenek yaratılmamış, ama ikinci kez bu kongrede ulaşılabilirlik adına önemli bir kolaylık başarılarak kongreye kabul edilen bildirilere elektronik ortamda ulaşılabilmenin koşulu yaratılmış. Kongrenin www.halksaglıgı.org ve http://www.halksagligi.org/bildiriler.php?syf=4&siras=id&bkelime= adreslerine girin bakalım; halk sağlığı akademisyenlerimizin ya da akademisyen adaylarının kongreye kabul edilen 462 adet sözlü ve poster araştırması ve panel konusundan birkaçı hariç (4, 9, 10, 11, 12, 13, 14) kaç tanesinin ilgi alanları inkârcılık ve 40 yıllık yalnızlığımızın sorunlarını ve çözümlerini kapsıyor? Şimdi herkesin bir tek derdi var, nasıl olursa olsun yayın yapmak, daha fazla yayın yapmak, akademik yükselmek (Yeni personel yasası da yayın faaliyetine dayalı yükselmeyi hedefliyor), yabancı yayın yapmak daha da yükselmek. Sonra? Yabancı dilde uzmanlık ve bilim dergisi yaratmak ve savunmak! Yani: 40 yılında, Türkiye Halk sağlığı topluluğunun “Kim için, kimle ve nasıl halk sağlığı?” sorularına yanıtlarının olmadığını inkâr etmek.
Üniversitelerimizde halk sağlığı bilimi eğitim ve araştırma alt yapısı demek olan eğitim ve araştırma sağlık bölgelerimiz olmadan; köy ölümleri, ölümlerin nedenleri, en çok görülen hastalık nedeni gibi bilgilerimiz olmadan ve ve bu ülkede taşlar bağlı, köpekler salınmışken; bu ve benzeri yabancı yayını ve İngilizce dil bilgisini olmazsa olmazlaştıran, baraj ölçüt haline getirerek halk sağlığında araçlardan birisini tek amaç yapan yükseltme kriterleri halk sağlığında sürdürülebilir değildir; bu ülkede yapılan halk sağlığı bilimi ve uygulamalarına ve halkımızın sağlığına zararlıdır ve de ülkemizin kapıldığı makro politikalar gerçeğinde eğitimde ve yükseltilmede fırsat eşitliği açısından halk sağlığı anabilim dallarının büyümesinin aleyhine konmuş engellerdir. Bunu bir yere yazın, beş yıl-on yıl sonra doğuştan beklenen yaşam süremiz yeterse tartışalım.
Umur Gürsoy

NOT: Akıbetini yitirdiğim bu yazıyı 02.08.2005 tarihinde yayın organına (yolladım mı yollamadım mı; yayıncıda mı kayboldu, bilmiyorum. Yazıyı Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı A.D. Öğretim Görevlisi diye imzalamışım ve Türk Tabipleri Birliği'nin Toplum ve Hekim Dergisine yolladığım (yollayacağım) yazılar klasöründe ve 15.04.2017 tarihinde yazdığım bir yazıda kullanmak için "1999 yılında halk sağlığı ana bilim dalı sayısını" aradığımda buldum. Sayılar güncel değil, ama bu gün de güncel. Ocak 2005'de üniversiteden istifa ederek bahçeme çekilmiştim. Yazıyı saklamak (arşivlemek ve kullanıma sokmak için  bu gün yayınlıyorum.

Yararlanılan Kaynaklar
1.                   IX. Ulusal Halk Sağlığı Kongresi Son Duyuru, www.halksagligi.org adresine 02. 11.2004 tarihli ziyaret.
2.                   Akdeniz Üniversitesi Akademik Atama ve Yükseltme Kriterleri, http://www.akdeniz.edu.tr/ adresine 02. 11. 2004 tarihli ziyaret.
3.                   Türk Tabipleri Birliği (2000), “Türkiye Sağlık İstatistikleri 2000”, Ankara.
4.                   E.Eser, P.Erbay Dündar, “Türkiye Halk Sağlığı Uzmanları Envanteri (Ara Sonuçlar)”, http://www.halksagligi.org/bildiriler.php?id=407 adresine 02.11.2004 tarihli ziyaret.
5.                   Gürsoy, U. (2003), “Halk Sağlığında Geçerli Ulusal Bilim Dergisi Nasıl Olmalıdır ve Böyle Bir Derginin Sorunları Nelerdir?”, Toplum ve Hekim, 18(6):463-70.
6.                   T.C. Sağlık Bakanlığı (2003), “Sağlık İstatistikleri-2002”, Yayın No: 653, Ankara.
7.                   Devlet İstatistik Enstitüsü (2004), http://www.die.gov.tr/konularr/nufusSayimi.htm adresine 02.11.2004 tarihli ziyaret.
8.                   Gürsoy, U. (2004), “Kanser Savaşı ve Ulusal Ölçekteki Sorunları”, Bilim ve Gelecek Dergisi, Ağustos 2004, 1(6):35-41.
9.                   Pala, K., “Meslek Hastalıkları Neredeye Gidiyor”, http://www.halksagligi.org/bildiriler.php?id=196 adresine 02.11.2004 tarihli ziyaret.
10.               F N Ayoğlu, S Kıran, F Dursun, Z Şahin, “Zonguldak Havzası Maden Şehitleri Anıtı Anlatıyor: Biz Kaç Yaşında Öldük?”, http://www.halksagligi.org/bildiriler.php?id=206 adresine 02.11.2004 tarihli ziyaret.
11.               K Tırpan, A Ünsal, T Adapınar, “Eskişehir Kanser Kayıt Merkezi Açılması Öncesi ve Sonrasında Kanser Kayıtlarının Karşılaştırılması”, http://www.halksagligi.org/bildiriler.php?id=265 adresine 02.11.2004 tarihli ziyaret.
12.               MG Polat, G Karaca, “Gençlerin Fiziksel Aktivite Alışkanlığını Engelleyen Faktörlerin İncelenmesi”, http://www.halksagligi.org/bildiriler.php?id=349 adresine 02.11.2004 tarihli ziyaret.
13.               E Osman, R Çetin Seçkin, “Bursa İli Nilüfer İlçesinde Ölüm Nedenleri”, http://www.halksagligi.org/bildiriler.php?id=380 adresine 02.11.2004 tarihli ziyaret.
14.               B Kılıç, G Aksakoğlu, “Eğitim Araştırma ve Sağlık Bölgelerinin 40 Yılı (1964-2004)”, http://www.halksagligi.org/bildiriler.php?id=385 adresine 02.11.2004 tarihli ziyaret.



[1] Akdeniz Üniversitesi Senatosu’nun 16 Ekim 2002 ve 8 sayılı toplantısında değiştirilerek kabul ettiği akademik yükseltme kriterlerindeki hakemli dergi tanımıdır.

16 Şubat 2017 Perşembe

NÜKLEER FELAKETLERLE YAŞAMAK ZORUNDA DEĞİLİZ
Umur Gürsoy
“Gerçeğin bir parçasını söylerken büyük bir parçasını gizlemek, yalan söyleyip onu çarpıtmaktır
Zülfü Livaneli
“Boynun neden eğri?” diye sorulunca devenin verdiği yanıt nükleer enerji için de geçerlidir: “Nükleer enerjinin neresi doğrudur ki?”. Bu yüzden gün geçmiyor ki nükleer enerji ve nükleer santrallarla ilgili yeni bir olumsuzluk, yanlışlık, yalan ve başarısızlık haberi gelmesin.
Dünya Sağlık Örgütünün (DSÖ) 1987 yılındaki tahmini doğru çıktı ve Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük yapay (doğal olmayan) afeti ve sanayi kazası olan Çernobil Nükleer Santralı Kazasından (26 Nisan 1986) yaklaşık 25 yıl sonra (11 Mart 2011) bu kez iki doğal afetin neden olduğu ve en büyük ikinci yapay afet olan Fukushima Nükleer Santralları Kazaları yaşandı. Her ne kadar aralarında Valery Legasov gibi sorumluluk sahibi insanlar varsa da gerek ulusal hükümetler gerekse Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) ve Dünya Sağlık Örgütü (WHO) gibi uluslararası ve Japonya ve Türkiye Atom Enerjisi Kurumları vb. gibi ulusal kurumlar her iki felakette de gerçeğin büyük parçasını sakladılar; saklamaya devam ediyorlar. Eski Sovyetler Birliği’nin IAEA delegasyonunun başkanı Valery Legasov, 1986’da yaptığı konuşmada “Bugün, sadece bilim insanlarının değil; kendini bilen her bireyin en acil ve asil görevi, nükleer deliliği önlemektir”, demişti. Valery Legasov, Çernobil kazasının sonuçları artık kendisinin baş edebileceğinden de çok olunca; 1988’de kendi canına kıymıştır (1).
Nükleer mühendislik bilim insanı Prof. Dr. Tolga Yarman’ın son çıkarımlarına göre dünya üzerindeki nükleer risk eskiye oranla 100 kat artmıştır (1). Yarman, bunu güzel bir risk algılatma örneği ile şöyle anlatmaktadır: Bu, her yüz aslandan en az birinin, yuvarlak otuz yıllık bir sirk hayatı boyunca, sahibini yiyebileceği, bunun ötesinde, demir güvenlik kafesini kırıp, seyircileri de telef edebileceği gibi, dehşetengiz bir manzara getirmektedir, karşımıza!..”
Yeni İnsan Yayınevi, yayınladığı “Nükleer Felaketlerle Yaşamak” isimli yeni kitabıyla özellikle Çernobil ve Fukushima Nükleer santral kazaları ve sonrasında yapılan bilgi ve kanıtların üzerindeki karartmayı ve nükleer enerjinin karanlık yüzünü aydınlatmaya; ‘nükleer deliliği’ önleme çabasında Türkiye okurunu bilgilendirmeye devam ediyor:
Nükleer Savaşa Karşı Uluslararası Hekimler Birliği (IPPNW) Avrupa bölümü başkanı ve psikiyatrist Dr. Angelika Claussen ile IPPNW Almanya Bölümü başkan yardımcısı ve çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanı Dr. Alex Rosen’in IPPNW için hazırladıkları “IPPNW Report Gesundheitliche Folgen der Atomkatastrohen von Fukushima und Tschernobyl 30 Jahre Leben mit Tschernobyl, 5 Jahre Leben mit Fukushima” (Çernobil  Nükleer Felaketinin 30. ve  Fukuşima Nükleer Felaketinin 5. Yılında Her İki Nükleer Felaketin Sağlık Sonuçları Raporu)nu “Nükleer Felaketlerle Yaşamak” adıyla dilimize Claussen’in eşi ve Radyoloji uzmanı Dr. Alper Öktem kazandırdı.
Kitap, Çernobil Felaketi yaşandığında Türkiye Atom Enerjisi Başkanı Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre’nin Radyoaktivitenin ne olduğunu bilmeyen benim zavallı halkı” için değil; “Radyoaktivitenin ne olduğunu bilen” zavallı halk ve onu bilgilendirmesi gereken zavallı yöneticiler, zavallı hekim ve sağlıkçılarla toplumdaki her kesimden zavallı sağlık okuryazarları için yazılmış.
Kitabın sonlarında Fukushima Vilayetinde Fukushima Tıp Üniversitesi tarafından halkta tiroid bezi kanseri vakalarını başında itibaren gözlemek için yürütülen ve radyasyona maruz kalmış çocuklarla ilgili dünya çapındaki en kapsamlı araştırma olan “Fukushima Health Management Survey-Fukushima Sağlık Yönetimi Araştırması” bir kanser (çevre epidemiyolojisi) araştırmasının nasıl yapıldığı ile ilgili öyle önemli bilgiler ve dersler içeriyor ki; insan Türkiye’de toplumsal baskı nedeniyle Çernobil’in 18. Yılında başlatılıp 20. Yılında yayımlanan “Sağlık Bakanlığı Karadeniz Kanser Araştırmaları” ve benzer araştırmaların hüzünlü komedisini ve bu konudaki bilimsel yetersizliğimizi anımsamadan edemiyor.
Claussen ve Rosen’in kaleme aldığı “Nükleer Felaketlerle Yaşamak” kitabı bir daha göstermiştir ki: Nükleer enerji, sadece eski Sovyetler Birliği’nin tek parti rejimleriyle yönetilen ülkelerini değil, başta ABD, Fransa ve Japonya gibi batı demokrasisinin ve insan haklarının sözde yaşama geçirildiği nükleer santrala sahip batının kalkınmış ülkelerini zalimce ele geçirmiş; az sayıdaki sanayi ve enerji şirketlerinin insan haklarını hiçe sayan parasal çıkarları adına geniş halk kitlelerini yenilgiye uğratmıştır.
“Nükleer Felaketlerle Yaşamak” kitabı bize, aynı zamanda şu korkunç soruyu da sorduruyor: Japonya’da dahi radyasyonla ilgili akıl almaz yasaklar konuyorsa; eğer kendi nükleer santrallarını işletmeye başlarsa Türkiye, santralındaki kazasını kim bilir hangi yasaklarla yönetecek; bize, çocuklarımıza ve gelecek nesillere başta sağlık sorunları olmak üzere hangi toplumsal maliyetleri ödetecektir.
Enerji ve nükleer enerjinin toplumsal maliyetlerine ilgi duyanlar ve Çevre sağlığı meslekleri sahipleri geniş bir kaynakçası olan bu derleme kitabını kaçırmamalı.
Yararlanılan Kaynaklar:
1.Yarman, T. Yazar’ın, Çevre Etki Değerlendirmesi Raporu’na Eleştirisi, Ekim 2013. içinde: Geçmişte ve Bugün Nükleer Enerji Tartışması. 3. Basım. Okan Üniversitesi: İstanbul;2014:17-18 ve 246-255.
1. Çernobil Halk Mahkemesi. Çev. Umur Gürsoy. International Peace Bureau, Permanent People’s Tribunal, International Medical Commision on Chernobyl-ICCC. (Orijinal ismi) Chernobyl: Environmental, Health and Human Rights Implications. İstanbul: Yeni İnsan Yayınları, Nisan 2012.
2. Çevre Sağlığını İlgilendiren Meslekler. Çev. Umur Gürsoy. http://umurgursoyla.blogcu.com/cevre-sagligi-meslekleri/4242560.
Not: Aralık 2016 tarihinde Halkın sağlığı.org sitesinde yayınlanmıştır. Site yayınına son verince buraya taşıdım.