YALNIZLIĞI(MI)N
NEDENLERİ
Umur Gürsoy
Kızı sevgili Jale Güray Sezgin’in bana
yolladığı 12.04.2019 tarihli internet mektubundan
ve Övat hocamızın Facebook hesabındaki herkese açık
bilgilere göre Övat Güray’ın 22.04.1931 İstanbul doğumlu olduğu; 1951 Ankara
Kız Lisesi ve 1972 Ankara Tıp Fakültesi mezunu olduğu anlaşılıyor. Çalışmalarının
çoğunu internet öncesi zamanlarda yapmış hocalarımızın bilgilerine ve
yayınlarına ulaşabilmek öğrencilerinin elinde, ama Övat Hoca’nın internet ve
bilgisayarı yetkinlikle kullandığı anlaşılıyor.
Övat
Güray, 1962’de Koruyucu
Hekimlik ve Halk Sağlığı Uzmanı, 1966’da Hijyen uzmanı, 1967’de Hijyen - Koruyucu Hekimlik ve Halk Sağlığı
Doçenti ve 1972’de Hijyen - Koruyucu Hekimlik ve Halk Sağlığı Profesörü olmuş.
1973’e kadar Ankara Tıp, 1997’ye kadar Çapa Tıp Fakültelerinde biliminsanı
olarak çalışmış ve yaş Nisan 1997’de haddinden emekli olmuş.
İlgi alanı olan çevre ve işçi sağlığı
konularında 100’den fazla bilimsel yayını ve iki de kitabı var. Özgeçmişinde
belirtilen çalıştığı yurt dışı kurumlardan Almanca ve İngilizce bildiği
anlaşılıyor.
Övat
Hoca, aynı zaman, İstanbul Bayrampaşa
Rotary Kulübü Derneği kurucu başkanı bir duayen Rotaryenlerden olup, ilk Türk kadın Rotary
Kulüp Başkanı ve dünyadaki ilk 10 kadın Rotary kulüp başkanından biridir.
Aşağıdaki 1986 yılındaki Cumhuriyet
Gazetesi haberine göre Bu ülkenin halk sağlığı tarihinde güzel bir etkisi olan Şahende Övat Güray hocamıza Allah'tan rahmet diliyorum.
Not: Bu vesile ile Övat hocanın
etkisini ve Cumhuriyet haberin boyutunu fark edebiliyor musunuz? Bu
gün herhangi bir halk sağlığı profesörü böyle bir açıklama yapmaya cesaret etse
bile ulusal bir gazetede ne kadar satır haber olabilir? Belediye başkanı
muhatap olup size bu uzunlukta yanıt verebilir ve bundan da önemli bir halk
sağlığı konusunda kent halkının bilgilenmesi sağlanabilir?
Dalan’ın söyledikleri ne kadar tanıdık
ve eskimemiş değil mi? Övat hocanın açıklamasına Dalan’ın verdiği yanıttan
yaklaşık 2 ay önce 26 Nisan 1986’da Çernobil Nükleer Felaketi yaşanmıştı ve bu
kez de Enerji bakanı Cahit Aral ve C. Başkanı Kenan Evren televizyona çıkıp
çayda radyasyon olmadığını kanıtlamak için ekran önünde çay içmişlerdi, ama
Övat Hoca ve onun gibi hocalarımız bugünkü kadar yalnız değillerdi.
Söyledikleri haber değeri taşıyordu.
Cumhuriyet-28.6.1986 Günü 11. Sayfa - Cumhuriyet Arşivi
“Anakent Belediye Başkanı Dalan "Şehir suyuna lağım karışıyorsa,
110 yıldır karışıyor, taze haber değil. Bu haberler tamamen yalan, halkın
psikolojisi ile oynanıyor" dedi. İSKİ Genel Müdürü Atom Damalı "Panik
yaratan bilim adamlarının amacı, halkın sağlığı değil, başka bir şey
olmalıdır" diyerek Prof. Dr. Övat Güray hakkında halkı tedirgin etmekten
suç duyurusunda bulunacaklarını söyledi.
İstanbul Haber Servisi
İstanbul Anakent Belediye Başkanı
Bedrettin Dalan, "İstanbul'da şehir suyuna lağım karıştı",
"Musluklardan mikrop akıyor" şeklinde basında yer alan haberlerin
kesinlikle asılsız olduğunu öne sürerek "Getirin, istediğiniz çeşmeden su içeyim.
Tamamen yalan olan bu tür haberlerle halkın psikolojisi ile oynanıyor"
dedi. İSKİ Genel Müdürü Dr. Atom Damalı, panik yaratan bilim adamlarının amacının
halkın sağlığı değil, başka şeyler olduğunu iddia etti ve İstanbul halkını
tedirgin ettiği için dünkü gazetede konuya ilişkin sözleri yer alan Prof. Dr.
Övat Güray için savcılığa suç duyurusunda bulunacaklarını bildirdi. İstanbul'un
şehir suyu şebekesinin 110 yıldan bu yana kullanıldığını belirten Dalan,
"Şehir suyuna lağım karışıyorsa 110 yıldan bu yana karışıyor demektir.
Bunu, taze habermiş gibi ortaya sürmek bence psikolojik açıdan yanlıştır"
biçiminde konuştu. Dalan, Istanbul'da şehir suyuna lağım karıştığı yolundaki
haberlerin kesinlikle asılsız olduğunu öne sürdü. İstanbul'un şehir suyu şebeke
kanallarının son 2 yıldan bu yana hızlı bir şekilde yenilendiğini kaydeden Dalan,
her gün 90 ayrı yerden alınan örneklerle suyun kontrol edildiğini de söyledi.
Dalan, kırık ve eskimiş borulardan bazı sızmalar olabileceğini öne sürerek
"kirlilik oranı limit üstü çıkan yerlerde tamirat yapılıp onarılıyor. Bu
olaylar abartılıp halkın psikolojisi ile oynanıyor" dedi. İSKİ Genel
Müdürü Atom Damalı, dün bir gazetede yer alan habere değinerek "Panik
yaratan bilim adamlarının amacı halkın sağlığı değil başka şeyler olmalıdır.
İstanbul halkını tedirgin ettiği için, Prof. Dr. Övat Güray hakkında savcılığa
suç duyurusunda bulunacağız" dedi. Damalı, İstanbul'un değişik
semtlerinden her gün 90 örnek alınıp bu örneklerin bulanıklık, PH (sertlik
oranı) klor ve koliform ölçümlerinin yapıldığını belirterek "100 numunenin
3 ya da 4'inde koliform çıkabiliyor. Bu 24 saat içinde anlaşıdığı zaman gerekli
önlemleri alıyoruz " dedi. İstanbul'un 7 bin kilometrelik şehir suyu
şebekesi bulun Ömerli'den tasfiye kapasitesinin 2 misli su veriliyor İSKİ
çevrelerinden alınan bilgiye göre, (İstanbul'a günde 1 milyon litrenin üzerinde
su veriliyor. Ömerli Barajından 600 bin, Torkos'un 400500 bin, Elmalı'dan 40 bin
metreküp suyun yanında çeşitli artezyen kuyularından da su çekiliyor. Ancak
bazı uzmanlar, Ömerlinin tasfıye kapasitesinin günde 300 bin metrekup olduğunu
ve halen kapasitenın iki misli su verildiği için tasfiyede önemli açıklar
ortaya çıktığını belirtiyorlar. ISKİ'ye yakın kaynaklar, "barajlardan
çıkan suyu pınl pırıl" olarak nitelendiriyorlar, ama "istisna olarak
kaçak su hatlarına foseptiklerden kansan sızıntılar olmuyor değil. Şebekeye
girdikten sonra olacak kirlenme bizim dışımızda, o, İstanbul'un altyapı sorunu.
tSKl'nin son yıllarda yatırımlarını düşünürsek, bu konuyu pek abartmamak
gerek" diyebiliyorlar. İSKİ, her metreküp suya 3 gram klor atılarak günde
yaklaşık 3 ton klor kullanıyor Ayrıca kentiçinden çesitli örnekler alınarak
tahlil ediliyor. “
78. Çukurova'ya bahar hızlı gelir.
Bahçemdeki, 20 yılda 30 metre boya ulaşmış karaçamın tepesine kadar çiçeğe
sürünmüş mor salkım, karaçamla aynı boyda olmasalar da aynı yaşta ve üç metre
yanındaki fıstık çamına ve onun da üç metre yanındaki Karatepe meşesine da
atlamış. Bir başka köşedeki erguvan, mor çiçeklerini dökmeye başlamış bile. Yanında
yediveren limon çiçeğe durdu. Kara limon, mandalina ve mayıs portakalları çiçek açmak için
gün değil saatleri sayıyorlar. Güller tomurcuklanmış; Malta eriği ve kayısı
meyveye durmuş bile. On gün sonra da sıra zeytinlerin çiçeklenmesine gelir.
Sonra da yaz gülleri, kırmızı borazan sarmaşık ve Akdeniz’in gelin duvakları, duvar güzelleri
begonvillere.
Kızılgerdanın
bahçeyi şenlendirmesine az kaldı. Kırlangıçlar geldiler, ama bize uğramadılar,
zira yuvalarını yaptıkları eski ahşap viraneler son üç yılda yıkıp yerine çok
katlı beton apartmanlar dikildi ve kırlangıçları bağlayan bir şey yok artık, bu
şehirde; ne küçük çamurlu göletler ne de havada uçuşan sinekler. Eski
ahşap evlerin yıkılması kırlangıç ve kuşların yuvalarıyla birlikte onların
besin kaynaklarını da yok etti. Sinek ve ahşap ev olmayınca yarasalar da
çekildi kentten. Zaten yaklaşık on yılı aşkın süredir kentte sivrisinek de tek
tük. Çünkü belediye ve sıtma savaş ekipleri günde en az iki kez mahalle
aralarını sokak sokak havadan ilaçlıyorlar. Sivrisinekleri yok eden ilaç insan
gibi büyük canlılara ve mahalle aralarında hâlâ varlığını sürdüren küçük keçi
ve koyun sürelerine ve onların satılan sütlerine ve süt ürünlerine ve yenilen
etlerine ne yapıyor acaba?
Geçtiğimiz
yıl karaçamın dallarını işgal edip kumruları kovalayan kargalar da bu yıl
etrafta görünmüyorlar. Bir karaçam onlara yetmiyor demek ki. Ahşap evlerle
birlikte onların içinde en azından birer tane bulunan dut, bir servi veya bir üzüm asması
çardağı olan küçük bahçeleri de yok oldu.
Etraftaki son portakal bahçesi
kesilip apartmana verilince iki-üç yıldır bahçeme iki karatavuk çifti
taşınmıştı. Tabii evimi yaptırdığım günden beri her yerde gördüğüm gürültücü; ötüşleri Adam Levin’den dinlediğim “the moves like
Jagger” şarkısının ara nağmesi gibi (https://www.youtube.com/watch?v=iEPTlhBmwRg) olan Arap bülbüllerini, ağaçların yüksek dalları arasından bir türlü göremediğim
için hangisi olduğunu bilemediğim bülbül ötüşlü kuşu (muhtemelen bülbülün ta kendisi) bir türlü göremedim. Bu kuş, sabahın
erken saatlerinde de ötüyor, ilerleyen saatlerinde de, ama bülbül gibi dem
çekiyor. Bülbül sabahın erkeninde mi öter sadece? Onlar benden önce ve daha Çukurovalı.
Her sabah yatak odamın penceresinde dem çeken, kuğuldanan kumruları saymıyorum bile.
79. Bir Melami gibi yaşadığım bu
güzel coğrafyada, üstelik ayağıma kadar inmiş bu güzel doğada neden kendimi
yalnız ve mutsuz hissediyorum? Mutsuzluğumu yalnızlığım mı yaratıyor yoksa
yalnızlığım mı mutsuzluğumu? Hayır, biliyorum, mutsuzluğumu yalnızlığım
yaratmıyor; onun daha kişisel, ulusal ve siyesi nedenleri olmalı; onlara şimdi
girmeyeceğim, ama yalnızlığımın nedenlerinin de kişisel olduğunun düşünüyorum.
Hatta, yalnızlığım beni daha mutlu ediyor; okumaya devam edin, mutsuzluğumun da
yalnızlığımın nedenlerini ve hatta mutlu olmak için yalnızlığı seçmemin nedenlerini(n
bazılarını) ve de halk sağlığı ile ilgisini (belki) bulacaksınız.
80. Tahmin ettiğiniz gibi, Paul
Auster'in yeni bitirdiğim otobiyografik romanındaki gibi “Yalnızlığı(mı)n Keşfi”ne
çıktım. Pek fazla edebiyat dergisi izleyemesem de kendimi bildiğim ve ilk
yayınlanmaya başladığından beri (ilk adı Çerçeve idi) her hafta Perşembe günü
Cumhuriyet gazetesine ve beraberinde Cumhuriyet Kitap (CK) ekini alırım. CK’ta
tanıtımı yapılan çok az kitabı beğenmediğim oldu. Çoğu kez kitapları okumasam
da okumuş gibi ‘ahkâm kesme’me neden olan Cumhuriyet Dergi’deki kitap tanıtım
yazılarıdır.
Geçen
aylarda CK’ta tanıtımı yapılan Auster’in sözünü ettiğim romanını, önceki hafta
da Marc Augé’nin “Evsiz Bir Adamın Güncesi”ni ve Alberto Manguel’in “Dönüş”
isimli kısa romanını okudum.
“Evsiz
Bir Adamın Güncesi”nde, emekli maaşının yarısından fazlasını boşandığı iki
karısına nafaka olarak veren, yüksek gelen kirasını ödeyemeyince evini boşalıp
tası tarağı satarak eski otomobilinde yatmaya başlayan bir 60 yaşındaki bir
Fransız’ı anlatılıyor. Augé, gündelik
yaşam mekanlarına ilişkin çok sayıda incelemesi bulunan ilişkilerin, tarihin ve kimliğin kaybedildiği
alanlara (yok-yerler, yer-olmayan, yer-dışı, non-places) sözcüğünü kullanan
1935 doğumlu bir antropolog-etnolog düşünür. Önemi giderek bizde de
anlaşılacaktır.
“Dönüş”te ise tam da Augé’nin anlatmak
istediği bir konuyu, yaşamını Roma’da sürdürürken yıllar önce terk etmek
zorunda kaldığı ülkesine ve kendisi için artık yaşamayan bir yere ait olan terk
ettiği kente dönünce tanıdık hiçbir eski arkadaşını ve eski mekânı bulamayan ve
kentin geri kalmışlığını ele veren çirkinliklere ek geçmişin kayıplarıyla sakat
bir kent manzarası bulan bir adam anlatılıyor.
Son
olarak da 21 Mart 2019 tarihli CK’ın 1518. Sayısında beni etkileyen Oğuz
Demiralp’in ‘yalnızlığım’a pek çok açıklama getiren “Yalnızlık” başlıklı bir yazısı
vardı. Yazıda, henüz Türkiye’de yayınlanmadığı anlaşılan ve yalnızlığa farklı
bir bakış getiren bir kitap; Philippe Delerm’in “Quelque Chose en Lui de
Bartleby” (Onda Bartleby’den Bir Şeyler Var) isimli romanını tanıtıyor. Yazıda
bir de istatistiksel bilgi verilmiş. Dünya Ekonomik Forumu’nun (Davos’daki
ekonomi toplantılarını düzenleyen hükümet dışı örgüt: WEF) bir çalışmasında
insanlığı 2019’da (belki de daha da sonraki gelecekte) bekleyen en önemli tehdidin
1- Yalnızlık, 2- İklim Değişikliği ve 3- Küresel ekonomik zayıflık, olduğu
yazılmış.
Demiralp’in
yazısından aynen alıyorum: “Yalnızlık en
önemli tehdit. Gene aynı çalışmaya göre, yalnızlık günde 15 sigara içmek kadar
toksik, küresel düzeyde bulaşıcı, yalnız yaşayan insan sayısı tarihin en yüksek
düzeyinde. Paris’te insanların %50’ı, Stockholm’da ise %60’ı yalnız yaşıyor.
İngiltere’de tek kişilik hanelerin sayısı 1960’lardan buyana iki misli artarak
%31’e çıkmış. ABD’de yakın arkadaş sayısı 1985’de 3 iken 2004’de 2’ye düşmüş.
Çin’de insanlar yalnızlıktan yakınıyormuş. WEF yalnızlığın faturasını da
çıkarmış: 2010’da dünyaya 2,5 trilyon dolara patlamış yalnızlık. İşin içine
mangır girince hareket geçer hükümetler. İngiltere’de bir Yalnızlık Bakanlığı kuruldu.
Vatandaşların hem ruhunu hem de cebini düşünüyor, görüyor musunuz kamu
yönetimindeki başarıyı?”
Ülkemizin
de bu konuda o kadar yüksek olmasa da benzer bir eğilime girdiği anlaşılıyor: TÜİK
verilerine göre Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) sonuçlarına göre;
ülkemizde tek kişilik hanelerin oranı 2014 yılında %13,9 iken 2017 yılında
%15,4’e yükseldiği ve 3,3 milyona çıktığı görülüyor. 4 yılda artış oranı %
10,8. Yine de tek kişilik hanelerin oranlarını en yüksek olduğu illere
bakılırsa (Tunceli, Giresun, Eskişehir, Çankırı ve Artvin) Eskişehir hariç
tutulursa (bu ilimizde de tek kişilik öğrenci aileler olabilir), diğer illerin
Türkiye’nin iç göçmen işçi oranı en yüksek iller olduğu düşünülmelidir. Bu
nedenle gelişmiş batının tek kişilik ailelerinin nedenleri ve yalnızlığı ile
bizimkilerin yoksulluğun ya da benzer nedenlerin doğal sonucu olan yalnızlıklarıyla
kıyaslanmamalı, bence.
81. Kuşku yok ki çoğul gebelikler ve
toplu katliam ve afetler haricinde tek başına doğan ve ölen olan insanlar
yalnız yaşamak istemez. Yukarıdaki istatistikler büyük olasılıkla, giderek
olumsuzluğu daha da çok anlaşılacak neoliberal, vahşi kapitalist yeni dünya
düzeni nedeniyle, yani kendi istemese de yalnız kalanların istatistikleri olsa
gerek. Bunun, bildiğimiz, yaşamda kalmayı kolaylaştırıcı biyolojik ve ekolojik
nedenleri var. Dünya ve ulusallık edebiyatının, sinemasının, şarkılarının en
önemli konusu yalnızlıktır. Ancak, yazıma neden olan yalnızlık, yukarıdaki
istatistiklerin içine girmemesi gereken, özellikle temel gereksinimleri
bakımından hayatta kalmayı garantilemiş ya da kendi isteği ile böyle bir
gereksinimi yaşamlarından dışlamışlar için yalnızlık, kimi zaman kuvvetle
istenir bir şeydir. Bu tip yalnızlık, kişinin kendi öz istenci ile karar
verdiği; niyetle, en azından yaşamın önemli bir zaman süresinde uygulanmak
istenen bir şey oluyor. Böyleleri yalnızlıktan yakınmaz, aksine onu seçerler.
Philippe Delerm’in roman kahramanı işte böyle bir yeni dünya dervişi sanki.
82. Evlilik tedavileri ile ünlenmiş
psikiyatrist Prof. Dr. Mehmet Sungur, bir TV programında “Her şeyde anlam
bulmak gerek. Yalnızlıkta da anlam buluyorsanız problem yok.” diyordu. Kayıp Zamanın İzinde’n giden ünlü
Fransız romancı Proust, kafasını gereksiz meşgul etmesin, faydasız anılar
biriktirmesin diye fazla insan içine çıkmaz; yalnızlığı yeğlermiş.
83. Bizim yakın dönem
münzevilerimizi (Birgen, topluluktan kaçan, yalnız başına kalmayı seven)
çalışmadım. Bizim sufi dervişlerimiz sadece çile zamanlarında birgen idiler.
Genellikle yazarlar, eserlerine yoğunlaştıklarında birgenleşirler. Bu geçici
birgenlik de konumuz dışında.
Benim
birgenliğimin, yalnızlığımın temel nedeni benim ilgi alanlarımda konuşacak
kimseyi bulamamak. Beni dinlerken bir şeyler öğretecek, ya da benim
yanlışlarımı eleştirecek kadar bana katkısı olacak arkadaş bulamıyor olmam.
Ekonomik durumumun zayıflığı ve siyasi tercihlerim de pek çok meslektaşım ve arkadaşımla arama
uzaklık koyuyor ve bir de bakmışım ki yalnız kalmışım. Mevlana, “Kusursuz dost arayan dostsuz kalır”
demiş, ama gerçekten de bu ülkede ağır kusurlu dostların sayısı giderek
çoğalıyor. En azından taşrada benim için durum böyle.
Hem
ekolojist, hem sigara-içki içmeyen; benim okuduklarımın birazını okumuş olan,
vahşi tüketim biçimlerinin esiri olmamış; TV ve sinema seyretmeyi sevmeyen, kitap
okumayı seven; şiirden anlayan, halk müziğinden başka müziklerinde olduğunun
farkında; dans edecek kadar kendine güveni olan……
Fazladan yanan her
lambanın, gereksiz akan suyun ardında fosil yakıtlı bir termik santral olduğunu
farkında vb…. vb… Kendine dürüst olan; Demokrasiyi sadece kendine değil herkes
için isteyen, ötekileştirilmekten yakınırken kendi dışındakileri ötekileştirdiğinin farkında olmayanlardan olmayan; kendi halaylarından başka halay oyunları,
zeybek oyunları; alevi semahlarından başka halk müzikleri olduğunun farkında
olup, lokantada garsona yemek söylerken sizin de fikrinizi alan; müzik
seçimlerini size göre de yapan vb.. vb.. Futboldan, basketboldan başka
sporların da olduğunun farkında olan ve maalesef eşi ayda yılda eve misafir
davet edince “Yine mi?” demeyen insanların sayısı çok az.
Ne
yapayım.
13.04.2019, Osmaniye