ÜSTÜME YAZMAK - YOKLUĞUNUN KANADI DEĞDİ
Nevzat Eren ve Orhan Köksal’ın değerli anılarına
Nevzat Eren ve Orhan Köksal’ın değerli anılarına
Umur Gürsoy
70. Dostoyevski “Budala”
isimli romanında kahramanını şöyle konuşturur: ''...bu
inancımın ölüme mahkum oluşumla hiç ilgisi yok. Mutluluktan ne anladıklarını
sorun insanlara! İnanın bana Kolomb, Amerika'yı bulduktan sonra değil, onu
bulurken mutluydu. Mutluluğunun doruk anı, belki yeni dünya'yı bulmazdan üç gün
öncesiydi; ayaklanan mürettebatın umutsuzluk içinde geminin burnunu gerisin
geri Avrupa'ya çevirmek üzere oldukları an! Burada sorun elbette yeni dünya
değil, yerin dibine batsın yeni dünya! Kolomb zaten onu görmeden, hatta bir şey
bulup bulmadığını anlamadan öldü. Sorun, hayattır; yalnızca hayat; hayatın
kendisi, hayatı sürekli ve sonsuz bir biçimde bulma süreci... Onu bulup, sonra
da buldum diye noktayı koymak değil.''
Halk
sağlığına konan engeller hayata karşı ölümün yengisini ilan etmekle eşdeğerdir.
“Kimsenin halk sağlığına engel koyduğu yok!” diyenler, engellerin ne olduğunu bilmeyen
ve bilip de tartışmayanlardır.
71. Yazma dürtüm
Yerel Seçim sonuçlarıyla bir kez daha kayboldu. Kendime bulduğum bütün yazma
nedenlerimi ve bahanelerimi (kendim için yazmak dışında) kaybettim; küstüm.
Bütün yazmama nedenlerim depreşti. Benim ki varoluşsal bir Vu-vei’ye uyuyor galiba;
biraz kayın ağacı, biraz da Rus Yazgıcılığı!
Göstergebilimci,
denemeci ve eleştirmen Roland Bartes,
son büyük yapıtı “Romanın Hazırlanışı-II,
İstek Olarak Yapıt[1]”’da
‘Yazma Arzusu’nu da irdelerken ‘Yazmayanlar’ alt başlığında şunları
yazar:
“…
Şimdi izninizle, bu “kendini beğenmişliği” sürdürecek ve kendi “yazar”
duygularımdan (yani kendini “ yazar” olma konumuna oturtan öznenin
duygularından) söz edeceğim. Yaşamım bir biçimde Yazma olayına ayrılmıştır, yazma zamanımın, gücümün olması
konusunda hep kaygılıyımdır; kaygılıyımdır = arzuluyumdur ve yazmayı
başaramazsam kendimi suçlu hissederim. Oysa çoğu kez şu ürkünç (şizoyit)
duyguya da sahip olurum: Çevremde, birçok kimsenin, özellikle dostlarımın,
aslında meslekleri gereği yazmaya zaman ayırabilecekleri halde, kendilerine bir
takım meşguliyetler bulduklarını, eğlendiklerini, kısaca zamanlarını yazmadan, yazmayı düşünmeden, ya da
yaşamlarının niteliğine yazma
olgusunu henüz katmadan geçirdiklerini, hem de çoğu kez çok iyi geçirdiklerini
görüyor ve bu durum karşısında da şaşkından daha beter oluyor, anlayışsız hale geliyorum. Zamanını
neyle geçireceklerini, hangi zamana
doğru yönelebileceklerini anlamıyorum. Bu tuhaf alışkanlığın (mani’nin)
belirtisi sayılabilecek bir donukluk bu bendeki; benim için, yazma olgusunun karşıtı basit bir olumsallık olamaz: Ben
bunu Felsefe Yapma olarak kabul
edebilir, görebilirim. Bu anlayışsızlığın (ya da saflığın) bir başka biçimi de,
Okumak ile Yazmak’ın diyalektiğinden söz ederken sıyrıldığım şu soruda yatar: Eğer
Yazmak, Okumak’tan geliyorsa, ve aralarında zorlayıcı bir ilişki varsa,
insan yazmak zorunda olmadan nasıl okuyabilir? Ya da bir başka deyişle şu
ürkünç soruyu sorabiliriz: Nasıl olur da yazardan çok daha fazla okur var
olabilir? İnsan nasıl olur da yazma olayına hiç geçmeden okumaktan mutlu
olabilir, kendini yalnızca büyük bir Okuma Sever olarak oluşturabilir?
Duygularını bastırma mıdır bu? Yanıt veremem; yalnızca şunu biliyorum ki, bu
bende bir çeşit ısrarlı soru haline geldi: Aslında, her zaman okurlara, yani yazmayan okurlara sahip olduğum için hep
şaşkınlık içindeyim. İletişimsizliğin özünü oluşturan hep aynı soruyu
soruyorum. İletişimsizliğin nedeniyse, “ileti”nin aktarılmıyor olmasında değil
de başkasının arzusunu nasıl anlamalı?
(bu arzuyla-bu hazla nasıl özdeşleşmeli?) sorusunda yatıyor. Hoşgörünün (anlamadığımız arzuyu anlıyor
gibi yapmak) örttüğü bir soru türüdür bu.”
“Yazma
arzusu olmama”yı yukarıdaki gibi “Yazmayanlar” başlığında ile inceleyen Barthes,
“Yazmamak Nedir?” sorusunu irdelelemeyle devam eder ve Yazmamak’ı
sınıflandırır:
“Madem
ki Yazmak burada Arzu olarak, Tutku olarak ele alındı (yazma olayından söz
etmeye böyle başlamıştım), bu Arzu’nun, bu Tutku’nun kopması ya da duraklaması
ilkesini ortaya koymak gerekir-başka deyişle, Bir Karşı-Yazmak ve bir Yazmak-
Yokluğu, bir Para-grafi (arzu’yu,
yazmak olayından başka yere saptırmak) ya da bir A-grafi (Tutku’ya egemen olmak ya da onu bitkin düşürmek, Bilgeliğe
girmek; çünkü Yazmak uysal bir şey
değildir) olasılıklarının bulunduğunu da belirtmek gerekir” der ve “Bazen
üzerimden Yazmak- Yokluğu’nun kanadının geçtiğini hissederim… Demek ki burada,
gerçeği söylemek gerekirse, hiç sormadığımız şu şaşırtıcı soruyu sormamız
gerekir (öteki şaşırtıcı soruyu, “İnsan nasıl olur da yazmaz?” sorusunu daha
önce tartışmıştık): İnsan yazmayı nasıl bırakabilir?.. İki durum ileri
süreceğim: 1) Arzunun sapması (Yazma etkinliğini kesme-tam olarak kopma); 2)
Arzu’nun Arzu olarak tartışma konusu yapılması (Aylaklık-Arzu’nun isteyerek
durdurulmasına bağlı olarak yazmanın bırakılması).” diye devam eder:
Barthes,
oldukça karışık ve anlaması zor bir anlatım (seminer konuşmasına bilinçli
olarak sonradan müdahale etmeksizin metin haline ge(tiri)lmesi nedeniyle bence)
tarzı kullanarak Arzunun sapmasında, yazma arzusunun Rimbaud’da olduğu gibi,
başka bir arzuya ‘seyahat arzusu’na yenilmesi ve yazmayı tam olarak kesme,
artık hiçbir şey yazmama söz konusu olduğunu söyler. Aylaklığa giden yol ise
birkaç tanedir: a) Bilmek (“Diyalektik olarak dinginlik olasılığını, yani libido-yokluğu
olasılığını açar.” der); b) Ufak tefek
işler yapma (brikolaj); c) Hiçbir
şey yapmama (Diyalektiksel olarak hiçbir şey yapmamanın görünür kılınmasının “deyim
yerindeyse etkin bir amblemi” olan dinsel amaç dışı teşbih çekme örneğini
verir); d) Vu-vei (Hareket-Yokluğu)(Vu-vei, “amaçsız olma”, “niyet yokluğu”
demektir.
Vu-vei’nin
üç biçiminden söz eder: “1) Doğuya özgü Vu-vei: “Bu tür gösterişsiz edilgenlik (pasiflik) durumu”, her türlü şiddet ve rekabet arzusundan uzaktır
(Böyle olunca da yazmak elbette son derece olanaksızlaşır)… 2) İkinci olarak,
daha farklı bir anlayışla, radikal ve ontolojik (varoluşsal-UG) olan, fantazması
da bu yolla yapılan (Yazmak’a karşı: fantazmaya karşı fantazma) Doğa’dan söz edebiliriz”…. Heidegger’den
bir alıntıyla “Yeryüzünün gizli yasası, olasının çemberi içindeki her şeyin
doğumu ve ölümüyle yetinen ölçülülükte saklıdır; her şey kendini bu çembere
uyarlar ve hiçbir şey onu tanımaz. Kayın ağacı hiçbir zaman kendi olasılık
çizgisini aşmaz…” diye devam eden Barthes “àYazmak
(istek, büyük yorgunluklar, aşınmalar, çeşitlemeler, kaprisler, çeşitli yapay düzenlemeler,
kısaca Olanaksız-Olan) ile Aylaklık (Doğa, Olasının Çemberi
içindeki gelişme---hassaslık) arasındaki Çatışma’nın en iyi betimlenmesi de
kanımca burada verilmiştir.” der, ve devam ederek “İnsan yazmayı nasıl
bırakabilir?” sorusuna noktayı koyar: “3) Üçüncü Vu-vei örneği: Nietzsche kendini
anlatır (Ecce Homo): Hınç’ı (Papaz-Tipi tepkili güç), bir
sıkıntıya, bir engele, bir hastalığa benzetir: “Her çeşit hınçtan uzak olmak<…>
Hasta olmak da bir tür hınçtır. -Buna
karşı hastanın bir tek büyük ilacı bulunur- Rus
Yazgıcılığı diye adlandırdığım bir şey vardır: Başkaldırının bulunmadığı bu
yazgıcı anlayışa göre, bir Rus askeri, savaşın çok sert geçeceğini görürse,
karın üzerine uzanır. Hiçbir şey yutmamak
(gerçek ve mecazi anlamda) à hiç tepki
vermemek <…>, bir tür kış uykusuna yatma isteği <…> Hiçbir şey sizi
bunun heyecanlarından daha çabuk tüketemez <…> Buddha’nın bu derin
fizyolojisinin çok iyi anlatmış olduğu gibi bir şeydir bu…” àDoğa ile uyum içinde kalan üstün,
aşkın Edilgenlik: Buddhacı olmaktan
çok Tao’cu bir anlayış à Bu elbette
Kötülüğe karşılık vermeme gibi güçlü bir ahlak anlayışı gerektirir; buna da
Tolstoy’da rastlarız (günümüz dünyasıysa böyle bir şeye hazır değildir; en
azından böyle diyebiliriz. Bizler Hınç’ın Genel Çağı içindeyiz: Yani
Papazların, Ayetullahların, Siyaset Ahlakçılarının Çağındayız.”
(Barthes’dan
yapılan alıntıların noktalamaları ve italik vurgular yazarına aittir).
15
Nisan 2014
[1] Barthes,
R. “Romanı Hazırlanışı-2 (İstek Olarak Yapıt – Proust ve Fotoğraf)”, Çev. Mehmet
Rifat, Sel Yayıncılık, 2010.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder